Lecturer

Jack London. Uzun zamandır beni en çok etkileyen kitaplardan biri olan Martin Eden’in yazarı büyük üstad. Yaşadığı hayat hakkında bilgi edindikten sonra ayrı bir saygı duydum kendisine. Size de tanıtmak amaçlı çok kısa ondan bahsetmek istiyorum.

Jack London yani gerçek adıyla John Griffith London, 1876 yılında San Francisco’da doğdu. Çocukluğu alabildiğine hareketli geçen ustanın en büyük zevki kitap okumaktı, ancak ailesinin güç koşullarda yaşaması yüzünden on dört yaşında okulu bırakıp bir konserve fabrikasında çalışmaya başladı. On altı yaşına geldiğinde San Francisco Körfezi’nde sokak çetelerine katılmanın yanı sıra, kıyı devriyesi olarak da görev yapmış biriydi. 1893’te, hem para kazanmak hem de maceraperest duygularını tatmin için fok avına çıkan bir gemiyle Japonya’ya kadar gitti. ABD’ye döndükten sonra da tüm ülkeyi baştan başa dolaştı. Ancak kitaplara ve okumaya adeta aşkla bağlıydı. İçinde ukte kalan eğitimine devam etmek için yoğun çalışmaların ardından California Üniversitesi’ne girmeyi başardı, fakat yine maddi zorluklar sebebiyle kısa sürede ayrılmak zorunda kaldı. 1897’de, Klondike’ta altın madeni bulunduğu haberi üzerine altın aramaya koyuldu. 1900’de öykülerinden oluşan ve ülke çapında tanınmasını sağlayan “The Son of the Wolf” adlı kitabı yayınladı. 1902’de Londra’ya gidip kenar mahallelerde yaşayan insanların hayatlarını inceleyen London’ın hayatı olaylar ve maceralarla doluydu. Güney denizlerinde dolaştı, Rus-Japon Savaşı’nda muhabirlik yaptı. Tüm bu yaşadığı olaylar ve edindiği deneyimler eserlerinin zeminini oluşturdu. 1916’da ise erken sayılabilecek bir yaşta California’da intihar ederek bu hayattan ayrıldı.

Martin Eden kitabı ise bana göre Jack London’ın en değerli eseri sayılabilecek ve kendi yaşantısından çok sayıda izler taşıyan bir otobiyografik romandır. London bu romanında burjuva gerçekliği karşısında sınıf atlamak isteyen genç bir yazar olan Martin Eden isimli bir roman kahramanının düştüğü trajik durumu harika bir şekilde resmetmiştir. London sanki bu romanında tüm düşüncelerini, söylediklerini, söylemek isteyip de söyleyemediklerini, insanlardan ve rezil dünya düzeninden nefretini Martin Eden karakteriyle anlatmak istemiştir.

Canım ailem zamanında bana hiç hissettirmemeye çalışsa da görece yoksul bir çocukluk geçirmiştim. İyi ki de öyle olmuş. Sonrasında da aldığım eğitimle o meşhur toplum basamaklarını çıkmaya başladım. Kendimi mümkün olduğunca geliştirmeye çalıştım. Mezuniyetime birkaç ay kalmıştı. O sıralar yarı zamanlı olarak meşhur beyaz yakalı kesimin arasında çalışıyordum. Zaten mezuniyete kadar birçok kez sorguladığım hayattaki kararlarımı tekrar sorgulamaya başlamıştım. Tam işte öyle bir dönemde Martin Eden’i okumuştum. Belki de böyle bir döneme denk geldiği için beni bu kadar etkiledi, bilemiyorum. Hala da şaşkınım aslında biraz. Benden 100 yıl önce yaşamış bir insanla benzer durumları yaşayıp benzer duyguları hissetmiştik. Kitapların gücüne bir kez daha inandım ve de bu dünyanın düzeninin kolay kolay değişmeyeceğine. Aradan 100 yıl geçmesine rağmen hala hiçbir gelişme olmamış gibi. Kendi hislerimi ve daha da fazlasını kitaptan alıntıladığım Jack London’ın sözleriyle daha iyi açıklarım sanıyorum.

  • “Elbette ne söylersem söyleyeyim saygı ve dikkatle dinliyorsunuz. Sizler çürümüş, haksız kazanç sağlayan insanlarsınız desem öfkeleneceğinize kem küm eder, söylediklerimde büyük bir doğruluk payı olduğunu kabul edersiniz. Peki neden? Ünlü olduğum için, çok param olduğu için. Martin Eden olduğum için değil, fena bir herif olmayan, hiç de aptal sayılamayacak Martin Eden olduğum için değil. Size kalkıp ayın yeşil peynirden yapıldığını söylesem hemen kalkıp bu görüşü benimsersiniz, ya da en azından karşı çıkmazsınız. Çünkü param var benim, hem de dağ gibi. Halbuki bunlar çok önceden kazanılmış şeylerdi; bana ayağınızın kiriymişim gibi davranıp üstüme tükürdüğünüz sırada bu işler bitmişti.”

  • “Kendisini çok yaşlı hissediyordu, eski günlerinin şu kayıtsız, gamsız genç yoldaşlarından yüzyıllarca daha yaşlı. Çok fazla, geri dönemeyecak kadar fazla uzaklaşmıştı onlardan. Onların, bir zamanlar kendisinin de katıldığı yaşam biçimi çok tatsız geliyordu şimdi. Düşkırıklığına uğramıştı. Bir yabancıya dönüşmüştü artık. Ucuz bira nasıl tatsız geldiyse bu insanların arkadaşlıkları da yavan geliyordu ona. Onların çok önlerindeydi. Aralarında bilmem kaç kitap açılmış duruyordu. Kendisini sürgüne göndermiş, engin bir bilgi dünyasında, bir daha yuvasına geri dönemeyecak kadar dolaşmıştı.”

  • ” ‘Ne olmuş Amerika Birleşik Devletleri’ne?’ diye karşılık verdi Martin. ‘On üç koloni, yöneticilerini devirip Cumhuriyet dedikleri yönetimi kurdular. Köleler kendi kendilerinin efendisi oldu. Artık kılıçlı efendiler yoktu. Fakat, ne olursanız olun efendisiz kalamazsınız, bu yüzden yeni bir efendi tipi türedi. Bu seferkiler büyük, güçlü, soylu efendiler değil; örümcek gibi her şeyi saran, hileci tüccarlar ve tefecilerdi. Bunlar sizi yeniden köleleştirdi, ne var ki, gerçek, soylu efendinin kol kuvvetiyle yapacağı gibi mertçe ve açıkça değil; gizlice, örümcek gibi ağlar örerek, yaltaklanarak, tatlı dille yalanlar dökerek yaptılar. Bunlar sizin köle yargıçlarınızı satın aldılar, köle yasalarınızı bozdular, dahası sizin köle kızlarınızı ve oğullarınızı köle mülkiyetindekinden de beter bir dehşete sürüklediler. İki milyon çocuğunuz bugün, Amerika Birleşik Devletleri’nin ticaret oligarşisinin emrinde çalışıyor. Sizin gibi on milyon kölenin ne karnı doyuyor, ne de başını sokacak doğru düzgün bir yeri var.’ “

  • “Düşünüyorum da, saflık zamanlarımda, güzel evlerde oturan, öğrenim görmüş, bankalarda hesapları olan, yüksek tabakadan bu insanların bir şey olduğunu sanırdım.”

  • -“Ben bir Cumhuriyetçiyim” diyerek yumuşak bir şekilde araya girdi bay Morse. “Beni hangi sınıfa sokuyorsunuz?” -“Ah, siz bilinçsiz bir uşaksınız.” -“Uşak mı?” -“Elbette, bir şirket için çalışıyorsunuz. Ne işçi sınıfındansınız ne de herhangi bir sabıkanız var. Gelirinizi, karısını dövenler ya da yankesiciler üzerinden kazanmıyorsunuz. Geçiminizi toplumun efendilerinden sağlıyorsunuz, bir insanı besleyen de o adamın efendisidir. Evet, siz bir uşaksınız. Sizi, hizmet ettiğiniz sermayenin çıkarlarını geliştirmek ilgilendirir.” …

  • “Bugüne kadar sürekli bir yer bulamamıştı kendine. Bulunduğu her yere ayak uydurmuş, çalışırken de oyun oynarken de sağlam durduğu, haklarını elde etmek ve saygı görmek için mücadelede kararlı ve usta olduğu için, her zaman ve her yerde gözde olmuştu. Ama hiçbir yerde kök salamamıştı. Kendini değil de çevresini tatmin etmek için yeterince uyum göstermişti. İçi her zaman bir rahatsızlık duygusuyla altüst olmuş, kulağı her zaman öteden gelen çağrıyı işitmiş, bütün hayatı kitapları, aşkı ve sanatı keşfedene kadar aramak ve dolaşmakla geçmişti.”

  • “Yoksulluğun hiç de sevimli bir şey olmadığını bilmekle birlikte, onda da yoksulluğun, onurunu ve ümidini kaybetmemiş herkesi başarıya doğru iten sivri bir mahmuz ve dolayısıyla sağlıklı bir şey olduğu yolundaki, o rahat orta sınıf inanışı vardı.”

  • “Ama ben benim. Kendi beğenimin, çoğunluğun beğenisine boyun eğmesine izin veremem. Eğer bir şeyden hoşlanmıyorsam ondan hoşlanmıyorumdur, hepsu bu; ve çoğunluk hoşlanıyor ya da hoşlandığını sanıyor diye, hoşlanıyormuş gibi yapmam için de tek bir neden yok. Hoşlandığım ve hoşlanmadığım şeyler konusunda modaya uymam.”

  • “Bir konunun üzerinde kuluçkaya yatıp onu iyice olgunlaştırdıktan sonra, hemen daktilo başına geçmeyi adet edinmişti. Yazının yayınlanmaması onu çok fazla rahatsız etmiyordu. Yazmak, dağınık düşünce dizilerini bir araya getirerek ve zihne yüklenen tüm verileri nihai bir genellemeye tabi tutarak yapılan uzun bir zihinsel sürecin doruk noktasıydı. Böyle bir makale yazmak, Martin’in zihninde yeni sorunlar ve malzemelere yer açmak amacıyla gerçekleştirdiği bilinçli bir çabaydı. Bu, bir bakıma, gerçek ya da hayali dertlerden bunalan ve sabırlı sessizliklerini zaman zaman bozup ‘diyeceklerini demeden’ susmayan insanların bildik alışkanlığına benziyordu.”

  • “Ama Rut’a duyduğu aşk, güzelliğe duyduğu aşkın da ötesindeydi. Aşkın dünyadaki en güzel şey olduğuna inanıyordu. Onda devrim yapan, onu kaba saba bir denizciden bir öğrenciye ve sanatçıya dönüştüren şey aşktı; bu yüzden aşk, ona göre, bilim-sanat-aşk üçgeninin en önde geleniydi.”

Her insanın başka bir insandan öğreneceği bir şeyler olduğunan inanan ben kendi elimizle yarattığımız bu sosyal normlardan ve sınıflardan toplum olarak kurtulacağımız günü iple çekiyorum, her ne kadar pek umutlu olmasam da. Buralara kadar okuyan olur mu bilmiyorum ama gelen kişiye de bir şarkı bırakayım madem. Sevgiyle kalın…